BU KENT BOĞUYOR BENİ
“Ne yapsam,ne tutsam,nereye gitsem…
Ben sana
mecburum İstanbul..ancak sen giderek yok oluyorsun…”
Geçenlerde,hüzünlü
bir ilk-yaz akşamı ,içimdeki sıkıntıyı atmak için,Bağdat Caddesine çıkayım
dedim.Evim yakın.Kafamda geçmiş zamanın
izinde yaşadığımız güzel günler. İnsan ilişkilerindeki zerafet.Kimsenin
kimseyi kazıklamadığı bir Dünyayı düşünerek ,ellerim cebimde.başım kollarımın
arasında yürüyorum. Ahaliye bulaşmamak için en tenha geceyarısını seçtim.
Gece,ilerlemişti amma, eski Bağdat Caddesi nostaljisini yakalayabilirmiydim?
Köşkler,tramvaylar,bisikletler,İstanbul burjuvasısının çoğunlukta olduğu bir
ortam. Tül perdeli Kadıköy vapurları,BEDİA ( annem) nın keman çaldığı
Beykoz’daki yalı,kavrulup giden 68 kuşağı,o bembeyaz atlara binerek giden o
güzel insanlar,bendenizden iki sınıf aşağıda Deniz Gezmiş’ler. Tanıdığım en
yakışıklı devrimci Sinan Cemgil’ler..falan… Sessizlik…
Birden
olağan üstü bir gürültüyle irkildim. Caddeye yakın oturan,ahali ,özellikmle
uykudaki bebeler. Abart ekzoslu ( acayip gürültülü) son model bir Porche içinde
18lik tıfıl,fırlama, bir görgüsüz zengin çocuğu wooooom diye hemen yanımdan
geçti. İşte o andan düşler gemisinden indim.Gerçeklerle yüz-yüze geldim,gece
kakarlığında.Karanlıktı ancak gerçekler 150 volt ampul gibi beynile giriyordu.B
ütün ampullerden nefret ederek o an, bu kentin beni boğduğunu anladım. Nasıl
mı:
*19 milyona
yaklaşmış nüfusuyla
*Kaldırımlarda
yürüyen pizzacı motorlarıyla. Bir Fransız arkadaşımın eşine Moda’da kaldırımda pizzacı motoru çarptı…Allahtan kadıncağıza
bir şeycikler olmadı. Yoksa Le Monde’a
konu olurduk Söylediği:
“ Siz
Türkler yeni bir şey icad ettiniz
galiba. Kaldırımlarda araçlar,motorlar yürüyor,insanlar salkım saçak
caddelerde…. Aman bunu bizimkilere
öğretmeyin Paris’de kaldırımlarda
yürümek mümkün olmaz…”
Ne
diyebilirdim tam bir Fransız esprisi….Bilselerki:
*Tüm dünyada
o şehre girmesi yasaklanan Hummer Jeeplerin,görgüsüz zengin çocuklarının
ellerinde ,Bağdat caddesinde cirit attıklarını…Yine aynı ahalinin evlatlarının
gece yarıları bebeleri yataklarından fırlatan abart ekzoslarıyla ve inanılmaz
bir desibel gürültüsüyle yarış yaptıklarını.Ve o gürültüden zevk
alan,seslerini çıkarmayan Bağdat
Caddesinin Sado mazoşist ahalisisin ,aslında artık hiçbir
çirkinliğe ses çıkarmadıklarını…bir bilseler(!)
Sonra
ellerim ceplerimde,kollarım iki yana sarkmış,başım omuzlarımda iyice
küçülmüş Taksi Şoförü filmindeki Robert
De Niro pozuyla umutsuz,kırılgan,üşümüş bir şekilde taa Moda’dan Çiftehavuzlara
yürürken ( artık Kadıköy’de belirli
saatlerde taksi falan bulma hak getire…) düşündüm:
*Yere
tüküren,kolkola ve ailecek kırmızı ışıklarda geçen ahalisiyle
*Ahh güzel
İstanbul’u, özellikle son on yıllarda,ileri demokrasi ayaklarıyla beton yığını
ve çirken yapılaşmanın kucağına iten bürokrat kadro ile.
*Onbeş dakikalık mesafeyi ,üç-buçuk saate
aldıran,ve normal ahalıyı çılgına çeviren trafiği ile
* Kuvay-ı
Miliyeci İnönü’nün Belediye Başkanı torununa mafya gönderidiği söylenen,aynı
partinin geleceğin genel başkan adayları ile,
*Yanlış araç
park edilmesi nedeni ile,itfaiye,ambulans ve benzeri ilk yardımların giremedigi
sokakları ile.
*Kentsel
dönüşüm ayakları ile, rant peşinde koşup,zaten rezil-rüsvay haldeki İstanbul
trafiğini iyice içinden çıkılmaz hale sokan,ileri demokrası mimarlarıyla,
*Tüm
bunlardan habersiz post modern ayaklarıyla ,hala ahaliyi survivor, dizi
filmler,şow programları ile uyutan ,sarışın perçemleri hanımlar ve sadece
kendinden bahseden şarap muharrir ünlü, cebi dolar dolu köşe yazarlarıyla bu
kent boğuyor beni…
Saint Joseph
yokuşunu inerken bir Baudelaire okuyayım dedim içimden:
“ Bırak
şehrin iğrenç kalabalığı gitsin
Yesin
kamçısını hazzın sefil cümbüşler
Toplasın acı
meyvesini nedametin
Sen gel
derdim..ver elini gel şöyle…”
Yine başka
bir abart geçiyor önümden
Bağdat
caddesine çıktığımda görgüsüz zengin çocuklarını abart ekzoslu seslerinden
kulaklarımı tıkıyorum. Geceyarısı bebeler yataklarından fırlıyor.Gel gör
ki caddeler abart ekzozlu porche
arabalar,gel görki caddeler Suriyeli açlar,göğsü bağrı açık magandalar,kartopu
atan gazeteciyi öldüren vandallar,Özge Can’ı parçalara ayıran
münibüscü,karısını parçalara ayırıp çöp kamyonunun arkasına atan( bari başka
bir yere at be Allahın magandası ve vandalı) hayırlı koca(!) kırmızı ışıkta
el-ele geçen ahali,ormanları yakam muhterem vatandaşlar,Moda iskelesine içki
yasağı koyan Belediye…böyle uzayıp gidiyor bu liste.
Lorca’nın; Gel gör ki Caddeler Kan Revan
şiirinin aklımda kalan mısraları dökülüyor dilimden:
Doğar
İspanya. Her ölmüş bebekten, Çıkar, bir mavzer:
Gözleri de var,gözleri. Mermiler doğar, Her cürümden;
Mermiler ki gün ola kalbinizde yeri.
Neden diyorsunuz şiirlerin, Söz açmaz, düşten yapraktan;
Doğduğun yerin, Yüce volkanlarından? Gel de gör:
Caddeler kan-revan. Gel de gör:
Caddeler kan-revan. Gel de gör: Caddeler kan-revan.
Baudelaire ve Pablo Neruda kesmedi…. Bu kent boğuyor artık beni. Bilmem ki başımı alıp nerelere gitsem. İnsanın,araçların kaldırımlarda yürüyen pizzacı motorlarının,abart ekzoslu lüks arabalarının,görgüsüz zengin çocuklarının…olmadığı… yeşillikler izinde bir sahil köyüne.Ya da bulutların deniz gibi kümelendiği yeşillikler içinde bir Karadeniz yaylasına….
Gözleri de var,gözleri. Mermiler doğar, Her cürümden;
Mermiler ki gün ola kalbinizde yeri.
Neden diyorsunuz şiirlerin, Söz açmaz, düşten yapraktan;
Doğduğun yerin, Yüce volkanlarından? Gel de gör:
Caddeler kan-revan. Gel de gör:
Caddeler kan-revan. Gel de gör: Caddeler kan-revan.
Baudelaire ve Pablo Neruda kesmedi…. Bu kent boğuyor artık beni. Bilmem ki başımı alıp nerelere gitsem. İnsanın,araçların kaldırımlarda yürüyen pizzacı motorlarının,abart ekzoslu lüks arabalarının,görgüsüz zengin çocuklarının…olmadığı… yeşillikler izinde bir sahil köyüne.Ya da bulutların deniz gibi kümelendiği yeşillikler içinde bir Karadeniz yaylasına….
Sadece
fiziksel,ticari,ailevi,parasal,evlilikleri de ( özellikle 2. Evliliklerde) … yapılan
kumpaslar ( (bu arada kumpasın yalnızca Ergenekon ve Balyozda olamadığını anlatmak
istiyorum okuyucuya) ve insanların birbirini kazıklamaktan başka bir şey
düşünmediği bu kent boğuyor artık beni. Nerelere gitsem.Yerim hazır aslında
Urla.. Sait Usta( Sait Faik) nın martısını düşünüyorum. Martı diyor ki sürekli
gele atan balıkçıya:
“Balıkçı baak balık bile
seni kazıklıyor.. İnsanlardan beter,sen neden kimseyi kazıklıyamıyorsun..”
Balıkçının yanıtı çook içten ve alçakgönüllü. Başını öne eğiyor,ufka bakıyor,
gözleri dalıyor,hafifçe –alışkanlık- misineyi yokluyor…yeni yazdığı ve bitirmek
üzere olduğu kitabını düşünüyor:
“ Düşünüyorum ben de kazık atmaya,ancak yazmaktan .okumaktan
zaman bulamıyorum…”
Facebook da Benim sinemalarımı yazıyorum.En çok 20 tıklama
görüyorum. Hele Goya’yı anlatıyorum Carlos Saura’nın… 8 beğenme (!) Oysa resmi
ve Goya’yı Paris yıllarında Utku’dan öğrenmişim.Utku bozuluyor Face’de
yazmama. O her şeye bozulur zaten. Son
kızgın adam. Ancak Paris’de yaşıyor,Paris onu boğmuyor.
Bu kent beni
boğuyor.Benim Sinemalarım hiç gürültü koparmazken,benim sokaklarımda Abart
ekzoslu fırlama görgüsüz zengin çocukları geçiyor,acayip,müthiş,inanılmaz,kahredici,yokedici,öldürücü
( böyle tekerlemeli yazmayı da Orhan Duru’dan öğrendim) bir gürültü. Çocuklar
yataklarından fırlıyor gecenin bir vakti. Bu fırlama itlere kimsenin dur dedigi
yok.
Böylece üçüncü
kitabımın son hikayesini böyle laga-luga
laflarla ve kurgularla dolduruyorum.
Çünkü Tamer ( editörüm) bekliyor. Utku da inanılmaz bir kapak gönderdi. Ancak
son hikaye bitmiyor bir türlü.Çünkü abart ekzoslu seslerden yazamıyorum.Benim
sokaklarımda bu ne gürültü yahu. Her yer benim sinemaların olsa..
Derken benim sokaklarımda bir tinerci çocuk beliriyor.eskiden
yoktu bu tinerci çocuklar…Demek ki çoğalıyorlar ve etki alanlarını
genişletiyorlar.Etki alanlarını genişleten başka insanlar da var. Para
babaları,siyasiler,medyanın jonglör yazarları,şov programcıları,dizi filmciler,sarışın
perçemli hanım yazarlar,şarap muharriri köşe yazarları,dolar milyonerleri,kur şampiyonları,avantacılar,kumpasçılar,…aklıma
gelen bu ahalide etki alanlarını genişlitiyorlar.Hele abart ekzoslu görgüsüz
zengin çoçukları,bir ötmeye başladılar mı atki alanları Kadıköyden,taa
Bostarncıya kadar yayılıyor.Bizim etki alanlarımız genişlemiyor bir türlü. Biz
gariban yazarların. Hele parasızlıktan dializ
parasını ödeyemeye mahkum olmuş,ancak medyatik olmamış,şiir dünyamızın en görkemli
ve değerli şairleri...
Dağ keçilerini
görüyorum,beton apartmanlar,çukurlar,kapatılmış balkonlar,pisli ve çukurlar
arasında.. Ne işi bu var bu hayvanların burada derken bendeniz keçileri
kaçıracak gibi oluyorum.Oysa evden çıkmış yürüyorum yürüyorum. Duyarsız,sakin
bir yol arayarak,göbeğini kaşıyan ahaliye ve ileri demokrasiye bulaşmadan….Kendimi
Esterhazi saraylarında veya Medici
köşklerinde bir arıstokrat olarak görüyorum.Mozart’a
Beethoven’e ve Da Vinci’ye destek veriyorum düşlerimde. Aristokrasiyi
seviyorum. O zamanın Floransa,Viyana,Salzburg gbi kentlerinde bunalmıyorum.Bu
taş yığını,çirkin yapılaşma,19 milyon niteliksiz ahali ve 150.000 Suriyeli
boğuyor beni.Neyse ıssız bir göl kenarına ulaşıyorum,ıssız bir yalnızlık
içindeyim,ne evlilik kumpası,ne Balyoz,ne Ergenekon ne de magazin medyası var
burada. Yeşil bir çayır ve Çaykovkski’nun
Melodi Santimantal…
Birden
uyanıyorum düşlerden. Kente dörmek kolay olmuyor. Kendimi hazır tutuyorum tüm
alışılmadık gelişmelere karşı. Bir tinerci çocuk önüme çıkabilir,dağ keçisi trafikten
kaçarken bei boynuzlayabilir. Veya başka korsanlar üzerime çullanabilir. Kurbanlık
koskoca aygır öküzün ne işi var trafiğin ortasında. Fellini’nin Roma filmini
anımsıyorum . Her şey olabilir bu
kette... Kendimi hazırladım biliyorum.Başıma bir saksı düşebilir,yoğun trafik içinden
bir araç çarpabilir.Kaldırımda pizzacı motoru çarpabilir. Zaten kaldırımlar
motorlar için. İnsanlar ser -sebil sokaklarda yürüyor. Köşeden Hummer Jeep
çıkabilir.Irak savaşındayız sanki.Ayrıca ileri demokrasimizin imarı,temel taşı,yapı
taşı,çimentosu,harcı-hurcu… Politikacıların neşvü-neması bile olmayan ahalimize bakıyorum. Ele-ele
tutuşarak kırmızı ışıkta geçiyorlar,haak-tu diyerek yerlere tükürüyorlar.Evlerinin
önünü süpürüp,çöpleri sokağa atıyorlar,Kaldırımda araç kullanıyorlar,ormanları
yakıyorlar,evlenme,survivor,biri- bizi gözetliyor…gibi şov programlarını
ağızları açık seyrediyorlar. Her sabah eğlence programlarında sarışın perçemli
şarkıcı hanımlarla TV lerde göbek atıyorlar. AB komiseri Ms .Ronald bu durum karşısında:
“ Sizin hiçbir sorununuz yok. İleri demokrasi,hem de ileri eğlence ülkesisiniz.
Tüm ahali sabah-sabah göbek akıyor TV lerde…AB ye koşulsuz girmelisiniz…” falan diyor.Bu durum
muvacehesinde medyanın gazıyla tüm ahali bayram yapıyor,her taraf Türk
bayraklarıyla , çözüm sürecine uygun olarak,az da olsa Apo posterleriyle donatılıyor.Akil
insanlar daha da akil oluyor. Şarap içip.dans ediyorlar.,Ahali:” AB ye
giriyoruz,girdik,gireceğiz,en büyük AB ..” diye çığlıklar atıyorlar.. Bir
yabancı muhabir soruyor çılgın dansçılılardan birisine:
“ AB yi biliyor musunuz? Hangi avantajlar sağlayacak
ülkenize?”
“ Bilmek önemli değil,girmek önemli ..” diyor danseden.
Kendimi
Eminönü’ndeki alt geçitde buluyorum. Yarısı Suriyeli insadan geçemiyorum
Dilenci çocuklar. Kötü bir yazı var önlerinde..
Harp mağduruyuz .Çocuklarımız ac.Bir sadaka…” potansiyel hırsız ve katil olabilirler.
Harp mağduruyuz .Çocuklarımız ac.Bir sadaka…” potansiyel hırsız ve katil olabilirler.
Sendikaların,entellerin,yazarların,çizerlerin,işşizliğe
karşı,yeşillerin doğanın katledelmesine karşı,istanbulu’un köprülerle ağaçsız
kalmasına karşı,kadının gördüğü şiddete karşı bağırıp
çağırıyorlar.…Mitinglerinde kemse yok. Ama adamın mitingi silme dolu. Ahali haykırıyor.:
“ Türkiye seninle gurur duyuyor…”
“ Türkiye seninle gurur duyuyor…”
Uzun adamda:
“Sandık,sandık,sandık..”diyor.Ahaliden
tık yok Karşı bir ses yok. Karşı kimse yok..Ben de karşı tarafta oturuyorum
zaten.Kadıköy’de… İyice boğuluyorum. Nazım Hikmet’in mısraları geliyor aklıma:
Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin. Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat. koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin, — demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim…
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin. Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat. koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin, — demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim…
Bu şiirler kurtarır belki beni diyorum. Nazım, Baudeliare,Edip, Çemal
Süreya,Pablo Neruda…Son zamanlarda hastalıktan yar-yarıya azalmış büyük dostum,bizim
kuşağın en değerli şairi Refik Durbaş…Olmuyor.
Bu kent boğuyor beni.
Başım işice küçülüyor iki omzumun
arasında,ellerimi cebime sokuyorum,bu mevsimde üşüyorum. Yürüyüp gidiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder