27 Haziran 2015 Cumartesi

BU KENT BOĞUYOR BENİ












BU KENT BOĞUYOR BENİ

Ne yapsam,ne tutsam,nereye gitsem…

Ben sana mecburum İstanbul..ancak sen giderek yok oluyorsun…”

Geçenlerde,hüzünlü bir ilk-yaz akşamı ,içimdeki sıkıntıyı atmak için,Bağdat Caddesine çıkayım dedim.Evim yakın.Kafamda geçmiş zamanın  izinde yaşadığımız güzel günler. İnsan ilişkilerindeki zerafet.Kimsenin kimseyi kazıklamadığı bir Dünyayı düşünerek ,ellerim cebimde.başım kollarımın arasında yürüyorum. Ahaliye bulaşmamak için en tenha geceyarısını seçtim. Gece,ilerlemişti amma, eski Bağdat Caddesi nostaljisini yakalayabilirmiydim? Köşkler,tramvaylar,bisikletler,İstanbul burjuvasısının çoğunlukta olduğu bir ortam. Tül perdeli Kadıköy vapurları,BEDİA ( annem) nın keman çaldığı Beykoz’daki yalı,kavrulup giden 68 kuşağı,o bembeyaz atlara binerek giden o güzel insanlar,bendenizden iki sınıf aşağıda Deniz Gezmiş’ler. Tanıdığım en yakışıklı devrimci Sinan Cemgil’ler..falan… Sessizlik…

Birden olağan üstü bir gürültüyle irkildim. Caddeye yakın oturan,ahali ,özellikmle uykudaki bebeler. Abart ekzoslu ( acayip gürültülü) son model bir Porche içinde 18lik tıfıl,fırlama, bir görgüsüz zengin çocuğu wooooom diye hemen yanımdan geçti. İşte o andan düşler gemisinden indim.Gerçeklerle yüz-yüze geldim,gece kakarlığında.Karanlıktı ancak gerçekler 150 volt ampul gibi beynile giriyordu.B ütün ampullerden nefret ederek o an, bu kentin beni boğduğunu anladım. Nasıl mı:

*19 milyona yaklaşmış nüfusuyla

*Kaldırımlarda yürüyen pizzacı motorlarıyla. Bir Fransız  arkadaşımın eşine Moda’da kaldırımda  pizzacı motoru çarptı…Allahtan kadıncağıza bir şeycikler olmadı. Yoksa Le Monde’a  konu olurduk Söylediği:

“ Siz Türkler yeni bir şey icad ettiniz  galiba. Kaldırımlarda araçlar,motorlar yürüyor,insanlar salkım saçak caddelerde…. Aman bunu  bizimkilere öğretmeyin  Paris’de kaldırımlarda yürümek mümkün olmaz…”

Ne diyebilirdim tam bir Fransız esprisi….Bilselerki:

*Tüm dünyada o şehre girmesi yasaklanan Hummer Jeeplerin,görgüsüz zengin çocuklarının ellerinde ,Bağdat caddesinde cirit attıklarını…Yine aynı ahalinin evlatlarının gece yarıları bebeleri yataklarından fırlatan abart ekzoslarıyla ve inanılmaz bir desibel gürültüsüyle yarış yaptıklarını.Ve o gürültüden zevk alan,seslerini  çıkarmayan Bağdat Caddesinin  Sado  mazoşist ahalisisin ,aslında artık hiçbir çirkinliğe ses çıkarmadıklarını…bir bilseler(!)

Sonra ellerim ceplerimde,kollarım iki yana sarkmış,başım omuzlarımda iyice küçülmüş  Taksi Şoförü filmindeki Robert De Niro pozuyla umutsuz,kırılgan,üşümüş bir şekilde taa Moda’dan Çiftehavuzlara yürürken  ( artık Kadıköy’de belirli saatlerde taksi falan bulma hak getire…) düşündüm:

*Yere tüküren,kolkola ve ailecek kırmızı ışıklarda geçen ahalisiyle

*Ahh güzel İstanbul’u, özellikle son on yıllarda,ileri demokrasi ayaklarıyla beton yığını ve çirken yapılaşmanın kucağına iten bürokrat kadro ile.

 *Onbeş dakikalık mesafeyi ,üç-buçuk saate aldıran,ve normal ahalıyı çılgına çeviren trafiği ile

* Kuvay-ı Miliyeci İnönü’nün Belediye Başkanı torununa mafya gönderidiği söylenen,aynı partinin geleceğin genel başkan adayları ile,

*Yanlış araç park edilmesi nedeni ile,itfaiye,ambulans ve benzeri ilk yardımların giremedigi sokakları ile.

*Kentsel dönüşüm ayakları ile, rant peşinde koşup,zaten rezil-rüsvay haldeki İstanbul trafiğini iyice içinden çıkılmaz hale sokan,ileri demokrası mimarlarıyla,

*Tüm bunlardan habersiz post modern ayaklarıyla ,hala ahaliyi survivor, dizi filmler,şow programları ile uyutan ,sarışın perçemleri hanımlar ve sadece kendinden bahseden şarap muharrir ünlü, cebi dolar dolu köşe yazarlarıyla bu kent boğuyor beni…

Saint Joseph yokuşunu inerken bir Baudelaire okuyayım dedim içimden:

“ Bırak şehrin iğrenç kalabalığı gitsin

Yesin kamçısını hazzın sefil cümbüşler

Toplasın acı meyvesini nedametin

Sen gel derdim..ver elini gel şöyle…”

Yine başka bir abart geçiyor önümden

Bağdat caddesine çıktığımda görgüsüz zengin çocuklarını abart ekzoslu seslerinden kulaklarımı tıkıyorum. Geceyarısı bebeler yataklarından fırlıyor.Gel gör ki  caddeler abart ekzozlu porche arabalar,gel görki caddeler Suriyeli açlar,göğsü bağrı açık magandalar,kartopu atan gazeteciyi öldüren vandallar,Özge Can’ı parçalara ayıran münibüscü,karısını parçalara ayırıp çöp kamyonunun arkasına atan( bari başka bir yere at be Allahın magandası ve vandalı) hayırlı koca(!) kırmızı ışıkta el-ele geçen ahali,ormanları yakam muhterem vatandaşlar,Moda iskelesine içki yasağı koyan Belediye…böyle uzayıp gidiyor bu liste.

Lorca’nın; Gel gör ki Caddeler Kan Revan şiirinin aklımda kalan mısraları dökülüyor dilimden:

Doğar İspanya.  Her ölmüş bebekten,  Çıkar, bir mavzer: 
Gözleri de var,gözleri.  Mermiler doğar,  Her cürümden; 
Mermiler ki gün ola  kalbinizde yeri. 
Neden diyorsunuz şiirlerin,  Söz açmaz, düşten yapraktan; 
Doğduğun yerin,  Yüce volkanlarından?  Gel de gör: 
Caddeler kan-revan.  Gel de gör: 
Caddeler kan-revan.  Gel de gör:  Caddeler kan-revan. 
Baudelaire ve Pablo Neruda kesmedi…. Bu kent boğuyor artık beni. Bilmem ki başımı alıp nerelere gitsem. İnsanın,araçların kaldırımlarda yürüyen pizzacı motorlarının,abart ekzoslu lüks arabalarının,görgüsüz zengin çocuklarının…olmadığı… yeşillikler izinde bir sahil köyüne.Ya da bulutların deniz gibi kümelendiği yeşillikler içinde bir Karadeniz yaylasına….

Sadece fiziksel,ticari,ailevi,parasal,evlilikleri de ( özellikle 2. Evliliklerde) … yapılan kumpaslar ( (bu arada kumpasın yalnızca Ergenekon ve Balyozda olamadığını anlatmak istiyorum okuyucuya) ve insanların birbirini kazıklamaktan başka bir şey düşünmediği bu kent boğuyor artık beni. Nerelere gitsem.Yerim hazır aslında Urla.. Sait Usta( Sait Faik) nın martısını düşünüyorum. Martı diyor ki sürekli gele atan balıkçıya:

“Balıkçı baak balık bile  seni kazıklıyor.. İnsanlardan beter,sen neden kimseyi kazıklıyamıyorsun..” Balıkçının yanıtı çook içten ve alçakgönüllü. Başını öne eğiyor,ufka bakıyor, gözleri dalıyor,hafifçe –alışkanlık- misineyi yokluyor…yeni yazdığı ve bitirmek üzere olduğu kitabını düşünüyor:

“ Düşünüyorum ben de kazık atmaya,ancak yazmaktan .okumaktan zaman bulamıyorum…”

Facebook da Benim sinemalarımı yazıyorum.En çok 20 tıklama görüyorum. Hele Goya’yı anlatıyorum Carlos Saura’nın… 8 beğenme (!) Oysa resmi ve Goya’yı Paris yıllarında Utku’dan öğrenmişim.Utku bozuluyor Face’de yazmama.  O her şeye bozulur zaten. Son kızgın adam. Ancak Paris’de yaşıyor,Paris onu boğmuyor.

Bu kent beni boğuyor.Benim Sinemalarım hiç gürültü koparmazken,benim sokaklarımda Abart ekzoslu fırlama görgüsüz zengin çocukları geçiyor,acayip,müthiş,inanılmaz,kahredici,yokedici,öldürücü ( böyle tekerlemeli yazmayı da Orhan Duru’dan öğrendim) bir gürültü. Çocuklar yataklarından fırlıyor gecenin bir vakti. Bu fırlama itlere kimsenin dur dedigi yok.

Böylece  üçüncü kitabımın  son hikayesini böyle laga-luga laflarla ve kurgularla  dolduruyorum. Çünkü Tamer ( editörüm) bekliyor. Utku da inanılmaz bir kapak gönderdi. Ancak son hikaye bitmiyor bir türlü.Çünkü abart ekzoslu seslerden yazamıyorum.Benim sokaklarımda bu ne gürültü yahu. Her yer benim sinemaların olsa..

Derken benim sokaklarımda bir tinerci çocuk beliriyor.eskiden yoktu bu tinerci çocuklar…Demek ki çoğalıyorlar ve etki alanlarını genişletiyorlar.Etki alanlarını genişleten başka insanlar da var. Para babaları,siyasiler,medyanın jonglör yazarları,şov programcıları,dizi filmciler,sarışın perçemli hanım yazarlar,şarap muharriri köşe yazarları,dolar milyonerleri,kur şampiyonları,avantacılar,kumpasçılar,…aklıma gelen bu ahalide etki alanlarını genişlitiyorlar.Hele abart ekzoslu görgüsüz zengin çoçukları,bir ötmeye başladılar mı atki alanları Kadıköyden,taa Bostarncıya kadar yayılıyor.Bizim etki alanlarımız genişlemiyor bir türlü. Biz gariban yazarların. Hele parasızlıktan dializ  parasını ödeyemeye mahkum olmuş,ancak  medyatik olmamış,şiir dünyamızın en görkemli ve değerli şairleri...

  Dağ keçilerini görüyorum,beton apartmanlar,çukurlar,kapatılmış balkonlar,pisli ve çukurlar arasında.. Ne işi bu var bu hayvanların burada derken bendeniz keçileri kaçıracak gibi oluyorum.Oysa evden çıkmış yürüyorum yürüyorum. Duyarsız,sakin bir yol arayarak,göbeğini kaşıyan ahaliye ve ileri demokrasiye bulaşmadan….Kendimi Esterhazi saraylarında  veya Medici köşklerinde bir arıstokrat olarak  görüyorum.Mozart’a Beethoven’e ve Da Vinci’ye destek veriyorum düşlerimde. Aristokrasiyi seviyorum. O zamanın Floransa,Viyana,Salzburg gbi kentlerinde bunalmıyorum.Bu taş yığını,çirkin yapılaşma,19 milyon niteliksiz ahali ve 150.000 Suriyeli boğuyor beni.Neyse ıssız bir göl kenarına ulaşıyorum,ıssız bir yalnızlık içindeyim,ne evlilik kumpası,ne Balyoz,ne Ergenekon ne de magazin medyası var burada. Yeşil bir çayır ve Çaykovkski’nun  Melodi Santimantal…

Birden uyanıyorum düşlerden. Kente dörmek kolay olmuyor. Kendimi hazır tutuyorum tüm alışılmadık gelişmelere karşı. Bir tinerci çocuk önüme çıkabilir,dağ keçisi trafikten kaçarken bei boynuzlayabilir. Veya başka korsanlar üzerime çullanabilir. Kurbanlık koskoca aygır öküzün ne işi var trafiğin ortasında. Fellini’nin Roma filmini anımsıyorum .  Her şey olabilir bu kette... Kendimi hazırladım biliyorum.Başıma bir saksı düşebilir,yoğun trafik içinden bir araç çarpabilir.Kaldırımda pizzacı motoru çarpabilir. Zaten kaldırımlar motorlar için. İnsanlar ser -sebil sokaklarda yürüyor. Köşeden Hummer Jeep çıkabilir.Irak savaşındayız sanki.Ayrıca ileri demokrasimizin imarı,temel taşı,yapı taşı,çimentosu,harcı-hurcu… Politikacıların neşvü-neması bile  olmayan ahalimize bakıyorum. Ele-ele tutuşarak kırmızı ışıkta geçiyorlar,haak-tu diyerek yerlere tükürüyorlar.Evlerinin önünü süpürüp,çöpleri sokağa atıyorlar,Kaldırımda araç kullanıyorlar,ormanları yakıyorlar,evlenme,survivor,biri- bizi gözetliyor…gibi şov programlarını ağızları açık seyrediyorlar. Her sabah eğlence programlarında sarışın perçemli şarkıcı hanımlarla TV lerde göbek atıyorlar. AB komiseri Ms .Ronald  bu durum karşısında:

“ Sizin hiçbir sorununuz yok. İleri  demokrasi,hem de ileri eğlence ülkesisiniz. Tüm ahali sabah-sabah göbek akıyor TV lerde…AB ye koşulsuz  girmelisiniz…” falan diyor.Bu durum muvacehesinde medyanın gazıyla tüm ahali bayram yapıyor,her taraf Türk bayraklarıyla , çözüm sürecine uygun olarak,az da olsa Apo posterleriyle donatılıyor.Akil insanlar daha da akil oluyor. Şarap içip.dans ediyorlar.,Ahali:” AB ye giriyoruz,girdik,gireceğiz,en büyük AB ..” diye çığlıklar atıyorlar.. Bir yabancı muhabir soruyor çılgın dansçılılardan birisine:

“ AB yi biliyor musunuz? Hangi avantajlar sağlayacak ülkenize?”

“ Bilmek önemli değil,girmek önemli ..” diyor danseden.

Kendimi Eminönü’ndeki alt geçitde buluyorum. Yarısı Suriyeli insadan geçemiyorum Dilenci çocuklar. Kötü bir yazı var önlerinde..
Harp mağduruyuz .Çocuklarımız ac.Bir sadaka…”  potansiyel hırsız ve katil olabilirler.

Sendikaların,entellerin,yazarların,çizerlerin,işşizliğe karşı,yeşillerin doğanın katledelmesine karşı,istanbulu’un köprülerle ağaçsız kalmasına  karşı,kadının gördüğü  şiddete karşı bağırıp çağırıyorlar.…Mitinglerinde kemse yok. Ama adamın mitingi silme dolu. Ahali haykırıyor.:
“ Türkiye seninle gurur duyuyor…”

 Uzun adamda:

“Sandık,sandık,sandık..”diyor.Ahaliden tık yok Karşı bir ses yok. Karşı kimse yok..Ben de karşı tarafta oturuyorum zaten.Kadıköy’de… İyice boğuluyorum. Nazım Hikmet’in mısraları geliyor aklıma:

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin. Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat. koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin, — demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim…

Bu şiirler kurtarır belki beni diyorum. Nazım, Baudeliare,Edip, Çemal Süreya,Pablo Neruda…Son zamanlarda hastalıktan yar-yarıya azalmış büyük dostum,bizim kuşağın en değerli şairi Refik Durbaş…Olmuyor.

Bu kent boğuyor beni.

Başım işice küçülüyor iki omzumun arasında,ellerimi cebime sokuyorum,bu mevsimde üşüyorum. Yürüyüp gidiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder