27 Haziran 2015 Cumartesi

ARAPOĞLU'NUN DÖNÜŞÜ


ARAPOĞLU’NUN  DÖNÜŞÜ

“Ay Işığı

ne arıyor martının yarasında

Kovalayan insan ne arıyor

Tuzsuz rüzgar

balıksız deniz

kış güneşi

baytar karga ne arıyor

söyler misiniz ne var

ne gördünüz martının yarasında”… Süreyya Berfe

Hüzünllü bir sonbahar günü,Mahir ofisinde düşler gemisinde idi…Son kitabı Babam Düşüyor’un Yenikapı ile  ilgili son hikayesinin kurgusunu düşünüyordu.Arapoğlu dönüyor veya dönüşü…Yenikapı Hikayelerinin başyq oyuncusu Can Paşa ölmüştü.Hikayeler bitmişti.Mahir bir yerinden daha yara almıştı.Giden gidiyordu.CAan Paşa, Cek Yüksel, Bab Münir,Ddr. Yüksel,Delis Yalçın,Maryak İsmet…Dr. Yüksel.Geride kalanlar Mavro Yüahya, Gavur Turgut,Fedbaz Sinan, Gıdasız Erdoğan…Bambino Mahir trenin son vagonundaydılar. Mahir Arapoğlunu yazmayı düşünüyordu. Can Paşayla  Yenikapı Hikayelerini odak noktası,hani bembeyaz vinşleks muşamba örtü ile kaplı sepetiyle taksitle lahmacun satan kara-kuru güneydoğlu Arap çocuğu…

Lahmacuncular bir masal mahlukuydular o yıllar.Aziz Nesin Marko Paşasında ,Şairi muazzam Abdul Munzam ( Abdülhak Hamit Tarhan) ağzırndan çook kibar Fransızcası ile Lah Ma Poet diye adlandırırdı lahmacunu.Arapoğlu bu muazzam eserin editörüydü.

Mavro Yahya’dan aylık 30 TL. lahmacun taksidini istiediğinde:

“ Be birader Can Paşa’dan al demedim mi?”

“Can Paşa bende yok diyor Abi. Bir sürü ekonomik laflar etit,anlamadım…”

“ Öder,öder aristokrat çocuktur”

Arapoğlu kızmakla hüzünlenmek arasında bir duruşa geçti:

“ 30 TL için,anlamadığım laflar ediyorsunuz hep..Aristo...ne demek abi?”

Mavro kızdı. Elini  herzaman yaptığı,hadi git be der gibi Arapoğlu’na doğru salladı:

“ Daha aristokrasiyi bilmeden lahmacun satıyorsun…”

Sonra hırsla üzerindeki gri-bej karışımı Vako pardesüsünü çıkarmak istedi.. Bir kolu takıldı.Çıkmıyor meret pardesü,kızgınlık devam Mavro’da.Bağırdı:

“ Arap yardım etsene ulan” Mavro Yahya dev gibi… Arap  yanında yarım adam gibi… Davut ile Golyat gibiler.Büyük uğraşlarla pandesi kurtuldu  Mavronun kolundan.Şöyle yukanıdan bir bakış attı Arapoğlu’na. Elinde takılı duran  pardesüyü fırlattı :

“ Neyse uzatma.Sat şunu,üstünü getir”

Yaşanmış olayların kurgusunu yapıyordu Mahir.Yenikapı Hikayeleri bitmiş,acılar,hüz- ünler,yaşlılık ,yalnızlık başlamıştı.Dile kolay elli  sene önceyi kurguluyordu Mahir üçüncü kitabı için.Nice neşeler ,bohem yaşantı,fırlamalıklardan  sonra hüzün kalıyordu…Ama bu hüzün yakışıyordu onlara...En çok acılardan ve hüzünlerden anlıyordu bu kuşak,saçları grileşymiş durumda.Ayrıca  trenin son vagonundaki dar kapıdaki  beklentileri yüzüne kapanmıştı bir-bir.Şairin dediği “ acılardan sonra neşe gelmemişti” Büyük romansı Tango Yapan Kız gelmemişti.Boşanmasına neden olan siyah kaküllü kız nerdeydi?Gelmeyeceğini biliyordu Mahir. Evli  iki çocuk sahibi idi Tango Yapan Kız.Rüyasına ara-sıra giren,uzun beyaz sakallı derviş,bu kez kumsalda,beyaz bir piyanonun üzerinde  Tango Yapan Kızın Boenas Aires’den dönerken uçak kazısında öldüğünü söylemişti, geçen gece.Şöyle oldu rüya:

Ak sakallı derviş,beyaz piyanonun üzerinden yere değdirdi ayaklarını,kumsala. Hafif meltem ve minnacık  dalgalar yalıyordu  çıplak ayatltrını. Kumların üzerinde yürüdü,incecek çıplak ayakları ve incecik vücudu ile. Üzerindeki beyaz tül harmani savruluyordu hafif rüzgarda.Modern balede orta yaşlı bir balet gibiydi Derviş. Mahir’e yaklaştı,kulağına eğildi ,birşeyler fısıdadı.Önce kıpkırmızı oldu Mahir,sonra yeşeie çaldı,bembeyaz kesildi.Olamazdı aynı şeyleri söylüyordu derviş. Tango Yapan Kızın öldüğünü.Kimdi bu ölüm habercisi. Ak sakallı bir derviş mi,Yunan tragedyasından kopup gelen haberci mi? “Nerede Antigon..” diye bağırdı Mahir.Kimse duymadı bu çığlığı.Derviş de kaybolup gitmişti.

 Mahir dehşet içinde yatağından fırlamış:

“ Olamaz,olamaz Tango Yapan Kız ,gerçek ve tek aşkım..Ölemez..” diye bağırmış. Komşu Kurmay Albay gecenin bir vakti koşup gelmişti.

Rüyalarına giren ak  sakallı derviş güzel şeyler de söylerdi Mahir’e. Yine geçenlerde  bir akşam,aynı beyaz piyanonun üzerinde ve aynı kumsalda eliyle “ Bırak bırak bu kadını artık..” diyordu, kendisine kumpas kuran eski karısı için.Böylece sık-sık rüyalarına girerdi ak sakallı Derviş.Kumsal ve piyano hiç değişymiyordu.Dalgalar değşiyordu bazen. Hırçın oluyorlardı kış günleri,o vakitler Dervişin aksakalı savrulur,konuştuğu anlaşılmazdı.Gecelen boyu konuşurdu  aksakallıyla. Yaşamının  bir parçası olmuştu.Nelen konuşurlardı bilinmiz.Derviş de derdini açırdı ona belki? Dervişlerin derdi olur mu? O da bilinmez.

Ancak uzun süredir gözükmüyordu ak kallı Derviş. Kumsal ve beyaz piyano yerinde idi,ancak Derviş yoktu.

Böylece kendi yalnızlığı ile haşır neşir.üstelik yalnızlığını bayağı sevmişken,kapı vuruldu.Zayıf vuruşlu ve saygılı bir tıklamaydı…Çaykovskinin keman konçertosunun andante  bölümünde,yaylıların susuşundan  sonra,davulun hafif bir tınıyla devreye girmesi gibi.

“ Buyurun”

Zayıf ve cılız bir ses yanıt verdi:

“ Mahir Beyin ofisimi?”

“ İçeri girin”

Akşam güneşi düşmüştü Mahir’in yorgun omuzlarına.Kapı aralandı. Eşikte kara-kuru bir hayalet belirdi:

“ Kimsiniz içeri girin” dedi Mahir. Hayalet geceylea birlikte yürüdü.Cılız,üşümüş,kırılgan,solgun tipli adamı hemen tanıdı.Arapoğlu gelmişti.Yenikap’da taksitle lahmacun satan Arapoğlu.Gözleri ışıldadı. Derin okyanuslarda sörf yapar gibi bir hızla kucakladı Arapoğlu’nu.Buluşma çağımızın silip süpürdüğü ,bilgisayar yalnızlıklarının çook üstünde ,konuşacak çok şeyleri olan iki dostun yüreklerinin kenetlenmesiydi..Defalarca kucaklaşmalar, bir kez daha o yaşanamaz hikayeleri fısıltılarla anlatıyor gibiydi.

“ Anlat Arapoğlu” dedi Mahir.

“Ne diyeyim Mahir Bey,iflisal ettik restoran işinde. Aksaray’dan Ruslar gidince lokantada müşteri kalmadı.Şimdilerde gelip,lahmacun dilenen Suriyeliler  aldı yerlerini.Lahmacuna da rağbet yok. Fesbotmu diyorsunuz n’ ola? Duruma onlar hakim artık.”

“ Bırak Beyi… Bambino ( Yenikapı yıllarında  Mahir’in adı Bambino idi. Çocuk yüzlü demek) de…Yenikapı yıllarında olduğu gibi.

Arapoğlu saygısını yitirmemişti.1960 lı Yenikapı yıllarından bu yana insan duyarlığını ve insana,doğaya,kuşlara  olan sevgisini…

“ Mahir Abi…” diye sürdürdü konuşmasını hüzünlü bir tonda.

“ Biz ticareti ne biliriz. Guguk kuşu değiliz ki …ardıç ağacına tüneyelim.Bizim yerimiz geldiğimiz bozkırlar.Oralarda ağaç yoktur.Baragan dikenleri vardır.Nereye tüneyeceğini bilmemek ondan.

Mahir müdahale etti.

“ Sermaye mi lazım Arapoğlu?

Bu karşılığı beklemiyordu anlaşılan.Birden gözyaşlarına boğularak elerine sarıldı Mahir’in.Bu kitaplarda gözüken veya okunan Maksim Gorki veya Panait Istrati dostluğunun yıllar-yıllar sonra Yenikapı’dan Mahiri’in ofisine taşınmış hali idi.Mahir geri çekildi,Arap  lodos dalgaları gibi üzerine gidiyor ve dalgaların kıyıya ulaşan şevkiyle ellerini öpmek istiyordu Mahir’in.Eskilerden kalan duygusal bir  gençliğin kendi biçiminde küçük bir göstergesiydi belki? Temelini  68 kuşağı ie Mahirler atmıştı,onlar ve sonra gelen kuşak savaşı kaybetmişler,telef olmuşlardı amma,dostlukları hiçbir yere bu denli içten yazılmamışı.Ulaşamadı Mahir’in ellerine Arapoğlu:

“ Yok be güzel abim. Tekrar beyaz sepetimle lahmacun turlarına başlayacağım. Yenikapı odak noktası. Kemal’in Kahvesi kalmadı amma,tıkanan  trafikte arabaların arasına girip,pencerelere bağıracağım,su satan çucuklar misali:

“ Sıcak,sıcak lahmacun,Arapoğlu’nun bunlar…”

Nereden nerelere geldim diye düşündü Mahir. Bir zamanlar Kemal’in kahvesinde yemyeşil çimler üzerinde taksitle lahmacun satan Arapoğlu,şimdilerde,su satan çocuklarla birlikte,e-5 karayolunda ve ileri demokrasi ortamında lüks arabaların camların zorluyordu.

Arap sürdürdü konuşmasını:

“Araoğlu’nun dönüşü olacak bu. Bize yaramıyor ticaret,tüccar olmak.Namımız taksitle lahmacuncu Arapoğlu’na çıkmış bir kere…”

Hüzünlendiler. Ancak hüzün yakışıyordu eski iki dosta. Yıllar pek değiştirmemişti Arapoğlu’nu.Yine esmer,kara-kuru kısa boylu,fıldır-fıldır gözlü( yıllar-yıllar önce Mahir’in babası Hakim Hakkı Beyin bulduğu küçük Anadolu kasabasında üçkağıtçı bir restoran sahibi vardı.Fıldırın Feridun derdik O fıldırlardan değildi) Arapoğlu.

Konuşurken bir bıldırcın  cama tıkladı.Sonra yorgun ,pencerenin geniş pervazına tünedi.Kısacık boynunu gayretle uzattı,içeri bakmaya başladı…

Gözünden kaçmamıştı Arapoğlu’nun bıldırcının meyus bakışı:

“ Abi bıldırcın hikayeni okudum BEDİA kitabında.Karadenizli değilim amma,bizim oralarda bıldırcına benzer selvi kuşları vardır.Bıldırcınlar gibi yorulduklarında biat ederler avcılara. Kısacık boyunları birden uzar ölüme karşı.Bıldırcınlar gibi yorgun kuşlar selvi ağaçlarının yüksek dallarında dinlenirler.Bodur fındıklıklardan daha güvenlidir sevi ağaçlarının uzun dalları.Avcılar lüks lambaları ile alıkoyamazlar selvi kuşlarını,uzayan boyunlarından tutup,özel torbalar koyamazlar.Ancak,tüfekler ve saçmalarla boyunlarından vururlar,kanatlarından yaralarlar.Vurulan selvi kuşu yaralıdır.Ay ışığı,kovalayan insanlar,tuzsuz rüzgar,kış güneşi,balıksız ve tuzlu deniz,baytar karga bakarlar yaralarına.Martıların yarasına benzer yaraları.Ancak  tuzsuz rüzgar,balıksız deniz,kış güneşi,baytar karga  avcıların yanındadır.Onlar daha da derinleştirir yaralarını...Yalnızca ay ışığı gelir bakar yaraya. Üzülür. Yapacak bir şeyi yoktur kovalayan insanlara karşı…Katili avcıya hüzünlü gözlerle bakar selvi kuşu,adete ona acıyarak”

Bu arada Arapoğlu’nun konuşmasına girdi ve tamamladı Mahir:

“Senin de o lafın beni yaraladı şimdi Arap.Yaralı kuşun katil avcıya hüzünlü bakışı..Bizim kuşağın cengaver ve Donkişotlarının apoletli militerlere baktığı gibi. Denizlerin ,Mahirlerin, Sinanlar’ın...Deniz benden iki sınıf küçüktü Hukuk Fakültesinde Arapoğlu…Biz o zamanların İşçi Partisinde kavga veriyorduk. Onlar kısa yolcuydu.”Che..” diye selam verirdi bizlere ve dalgasını geçerdi. Merak etmeyin devrimi yaptığımızda partiniz kapanmayacak.Bilemezdi ki ne kısa yol,ne orta yol ne de uzun yol başarılı olmadı bu ülkede.Yeri gelmişken Nazım’ın bir şiiri vardır okuyayım sana..Korkma başka şiir yok” O anda biryerlere gitti Mahir farkında olmadan,yüzünü  edir bir acı kapladı hüzünle karışık…Birilerini hatırlamıştı kuşkusuz.Kimleri bilinmez. 60 yıllarda Yehikapı’da idi. Sesi de değişmişti:

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı,rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun,kardeşim.
Bir eğil,beş değil,yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya  içre olup deryayı bilmiyen balıktandan tuhaf.
Ve bu dünyada,bu zulüm senin sayende.
Ve açsak,yorgunsak,alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek içinüzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,—demeğe de dilim varmıyor ama—
kabahatın çoğu senin,canım kardeşim!


Arapoğlu sürdürdü konuşmasını:

“Deniz birkaç kez  gelmişti Yenikapıya.. Kemalinkahveye seninle hatırladım.Lahmacunumdan yemiştiniz”

“ Parasını peşin ödemiştim Arap.. Lahmacun taksitlerini takan oldu mu hiç?”

“ Yok be Abi.Bizim taksitlerden n’olacak.50 kuruş falandı  o taksitler” Sonra şöyle bir düşündü.Başını arkaya attı. Hafifçe gülümsedi:

“ Haa hatırladım,sizler tanımazsınız belki. Saçları boyalı ,kasıntı bir tip gelirdi ara-sıra.Bilmiş havalarda. Devre-mülk pazarlıyormuş. Kimsede para olmadığını anlayanca gözükmedi ortalıkta. Sonra resmini gördüm gazetelerde Bankaları dolandırmış..Yakalanmış. Sonra veririm diye masadakilere  epey lahmacun ısmarlamıştı.. İsmi de Babür  Bey  falan gibiydi. Tanıdın mı yoksa Abi” Mahir hınzırca gülümsedi

“ Arap bilirsin bizler büyük dolandırıcıları tanımayız” Gülüştüler.Sürdürdü konuşmasını Arapoğlu,avcıların yaraladığı kuşları koruyan derneklerden birinin yöneticisi gibiydi:

“ Elinde dom-dom kurşunu pompalı tüfek,omzunda fişeklikler,ayağında tırtıllı kalın bot,avcı değil de savaşta düşman askerini öldürecek mübarek.Bu adi avcılar hiç Yenikapıya uğramamışlardır Mahir Abi.Senin Atilla İlhan şiirlerini dinlememişlerdir.Tango Bıyık meyhanesinde kayalıkların üzerinde şarap içerek Arapoğlu’ndan taksitle lahmacun almamışlardır.Can Paşa ile Mavro Yahya’nını bilardo maçını seyretmemişlerdir.Bu yüzden vururlar kuşları”

Arapoğlunun biraz soluklanması fırsat bilen Mahir:

“ Çay içermesin Arap. Hazır demli. Hadi koy da ben de içeyim. Ahh bir de senin lahmacunlardan  olsa şimdi.”

 Çay faslından sonra devam etti kuşları anlatmaya Arapoğlu:

“” İnmez tepesinden selvi ağaçlarının yaralı kuş.Anlattım ya demincek,bıldırcın biat eden kuştur. Yorgundur. Uzatır kısa boynunu direnmeden lüks lambalı avcıya.Oysa sevi kuşu kolay teslim olmaz.” Arapoğlu’nun hararetli konuşmasını el kaldırarak kesti bu kez  Mahir.Öğretmenine soru sormak isteyen öğrenci edasıyla:

“ Peki Yenikapıya uğramaz mı bu kuşlar?”

“ Yok Mahir abi,kuşlar bozkırlarda,açık denizlerde,okyanuslarda,ovalarda dolanır dururlar.Açık denizlerde hiç kara yüzü görmeden uçanlar vardır. Albatroslar… Büyük kanatlı kuşlar. Martılar onların yavrusu gibidir.Yorulanlar,Rusyadan Karadenize uçanlar,tünerler fındık ağaçlarının diplerine.Bunlar senin bıldırcınların.Selvi Kuşları da selvi ağaçlarının yüksek dallarına konar.. Ebabil kuşları albatroslar gibi hiç inmezler yeryüzüne.Kuşlara aşinalığım taa memleketten.Oralarda havalar sertleşyir,poyrazlar,lodoslar birbirini kovalarkan,günün birinde yani teşrinlerin sonlarına doğru,ılık,hiç rüzgarsız,parça parça oynamayan bulutlu,tasalı,sümbüli günlerde, o çığırtkan saka kuşu nerden bulursa bulur,çocukları çağırtır,sonra gökyüzünde oynaşan isketeleri üzerlerine atar.Floryalara,ebabil kuşlarına haber salar o günlerin Cumhuriyet İlkokulunun bahçesinde sek-sek oynayan çocukları izletir. Çocuklar onlara selam gönderir veya el sallarlar.Seneler var ki bizim oralara kuşlar gelmiyor artık. Bozkır ,ağaçlar,selviler,bodur fındıklıklar,meşeler,köknarlar…harap edildiler AMV ve gökdelen mimarları tarafından.Bu taş yığınında ne yapsın kuşlar…” Arapoğlu  bir opera aryası söyler gibi heyecan içinde idi:

“ Kuşları boğdular, gökdelenleri ,AVM leri diktiler Mahir abi.Çimenleri söktüler,ağaçları kestiler,yollar çamur içinde kaldı.Güzel Yehikapımızı,dostluklarımızı,yeşili değiştirdiler.Gün gelecek gökyüzünde artık esmer lekeler göremeyeceğiz Mahir Abi…Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceğiz. Bizim için değil amma,çocuklar için çok kötü olacak.Kuşsuz bir dünyada n’apacaklar”

Arapoğlu konuşuyor,konuşuyor,adeta uzun bir şiiri ezbere okuyordu. Hiç kesmedi Mahir:

“Ötücü kuşlar ötüp dururken,Albatroslar okyunuslarda gemilerle yarışır.Yırtıcı kuşlar sarp kayaları ve fırtınalı havaları severler.Dalgıç kuşları ,denizlerde balıklara dalış yaparlar. En efendi kuşlar Martılardır.”

Hayretler içindeydi Mahir,Arapoğlu’nun bu yanına tanık olmamıştı, Arapoğlu hızını alamıyor,dur-durak bilmiyordu.Bıraksalar yeryüzündeki tüm kuşları sayacıktı. Yine de elini şefkatle ve gülerek omzuna koydu.

“ Ya Kemal Beyin kanaryası…”

Bu kez birlikte gülmeye başladılar.Kemal Bey kanaryasını  altın kafes içinde saklıyor,gözü gibi bakıyor,Yenikapı’lı  fırlamaların,özellikle tiyatrocuların kanaryayı kaçırmamaları için gerekli önlemi almıştı. Neredeyse kafesin başına koruma dikecekti.Tiyatrocuların kanaryayı Şekspirden sonnetler okuyarak kaçırdıklarını,kafesin içine ağzı kırmızı boya ile boyanmış kü çük bir kedi yavrusu koyduklarını aynı anda hatırladılar.Gözlerinden yaşlar gelene kadar güldüler ,sonra derin bir hüzün kapladı ikiliyi.Çünkü büyük kaçışın başmimarı Savaş hayatta değildi artık. O güzel insan da bembayz bir ata binerek gitmişti diğerleri gibi.

“ Ne demişti Arap,ertesi gün Kemal Bey bağırararak?”

Arapoğlu hemen Kemal Bey oldu. İyi taklit yapardı.İki parmağını dudaklarına koyup Hitler bıyığı yarattı.Eline de  Hitler gibi uzatıp bağırmaya başladı:

“ Bu komunistlerin işi…”

Birden uzun kanatlı bir kuş kanadı ile vurdu pencereye.Tanıdık bir kuş değildi. Arapoğlu hemen farketti kentlerde pek görülmeyen göçebe-yabancı kuşu.

“ Ebabil kuşu Abi…” dedi.” Bunlara soğangillerde denir.Kanatları ince uzun,tırnakları sivri ve kuvvetlidir.Kırlangıçlara çok benzerler,ancak onlardan çok hızlı uçarlar. Kabeyi yıkmaya gelen Ebhere ordusunu ayak ve paçalarındaki taşlarla bozguna uğratmışlardır.Anaç kuşlardandır.Yere hiç inmezler.Havada uyurlar.Göyüzünde uyuttukları yavruları uçup uçmayacağı veya açıp-açmayacağı belli olmayan çiçekler gibidir.

Burada Mahir yine uzadı Arapoğlu’na doğru.

“ Arap yeter bu kuş muhabbeti, Bak sana bir kuş şiiri okuyayım Atilla İlhan’dan:

Yeşil bir kuştum bir zamanlar

Yeşilse biber yeşili

Şimşekli göklende uçardım

Daima rüzgarla ilgili…

Anlarsa halimden kuşlar anlar

Artık uçamamaktan kederli

Sıcak denizlere bıraktığım

Umutsuzluktan nerdeyse  deli

Yeryüzünde kuşları bir hiç sayanlar

Kuşlardan bir fazlamıdırlar çok şüpheli

Eğilip bakarım blutların arasından

Yer benek-benek onlarla kirli..”

Arap hafifçe kıırlmıştı sanki.Hiç konuşmadılar bir süre…

“ Hadi eyvallah… dedi Arapoğlu

“Paraya ihtiyacın varmı..” dedi Mahir”

“Benim ihtiyacım Yenikapı Hikayeleri,eksik kalanları dönüşte anlatırım…”

Kendini uzatmalarda hissetti Mahir.Kemalin kahvesini görür gibi oldu.Can Paşa,Cek Yüksel,Dr. Yüksel,Dr. Münir,Dr. Yüksel aynı masadaydılar.Kemal Bey yukarıdan onları gözlüyor,yapacakları fırlamaklılara karşı önlem düşünüyordu.Sonra Savaş geldi.

“ Beyler geçen gün eski bir film seyrettim Sinematekte. Bilirsiniz Hitckook ‘un kuşlar filmi. Kuşların nasıl intikam aldığını anlatıyor. Geçen gece kafesten pıııır layan kananya da Kemal Beyden intikam aldı herhal…”

Sora bir şeyler anlattı. Herkes gülüyordu:

“ Araoğlu herkese lahmacun. Para peşin. Taksit falan yok bu kez. Aristokrat Can Paşa ödeyecek. Peşin…” diye ses verdi.

 Mahir kapıya döndü,baktı bir süre. Arapoğlu kaybolmuştu bir hayalet gibi. Geldiği gibi gitmişti. Gözpınarları büyüdü. Birkaç damla yaş süzüldü..Biliyordu ki Araoğlu hiçbir zaman dönmeyecek…

 





Not: BABAM DÜŞÜYOR'ÜN SON HİKAYESİDİR...
 
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder